2010/10/20

2010/08/11

Diyarı gurbetde gözlerim giryan


Diyarı gurbetde gözlerim giryan,
Hatırım şikeste, gönlüm perişan.

Mustafa Ağa Arif Şıhlinski
1827, Sibirya

2010/08/04

Yalnız...


YALNIZ…

Yalnız bir bayramdı!
Bir gül rüzgârda,
Salınıyordu.
Bir bu yana,
Bir o yana.

Yalnız bir güldü!
Bir bayram rüzgârda,
Salınıyordu.
Bir o yana,
Bir bu yana.
 09.12.2008

2010/07/20

Olmaz bu ki, her emre dehalet ede fehle

BAKI FEHLELERİNE[1]

Olmaz bu ki, her emre dehalet ede fehle,
Devletli olan yerde cesaret ede fehle,
Asude nefes çekmeye halet ede fehle,      
Artık hukuk üste adavet ede fehle...

   Bu çarkıfelek tersine devran edir şimdi,
   Fehle de özün dâhili insan edir şimdi.

Fehle, mene bir söyle, neden hürmetin olsun?
Ahır ne sebeb söz demeye kudretin olsun?
El çek, bala, devletlilere hizmetin olsun,      
Az-çok sana verdiklerine minnetin olsun!..

   Bu çarkıfelek tersine devran edir şimdi,
   Fehle de özün dahili insan edir şimdi.

Devletli, amandır, özünü salma belaya,
Fehle sözü hak olsa da, bakma o sadaya,   
Yol verme nefes çekmeye her fukaraya,
Öz şanını puç[2] eyleme her biserü paye!..

   Bu çarkıfelek tersine devran edir şimdi,
   Fehle de özün dahili insan edir şimdi.

Aldanma, fakirin olamaz aklı, zekası,      
Çün yokdur onun senin gibi pakize libası,
Yok serveti, yok devleti, yok şah, ebası, 
Var köhne çuhası, dahi bir tekçe qebası...

   Bu çarkıfelek tersine devran edir şimdi,
   Fehle de özün dahili insan edir şimdi.

İstersen eğer olmağa asude cihanda,         
Ta olmayasan gamlara alude cihanda
Fehle yüzüne bakma bu beyhude cihanda,  
Öz fikrini çek, ol dahi fersude cihanda...

   Bu çarkıfelek tersine devran edir şimdi,
   Fehle de özün dahili insan edir şimdi.

Görme milletinin derdini, arama devasını,
Okşama yetimin  başını, kesme sedasını,
Zinhar koyma dehrde bir hayr binasını,
Yad eyleme, şad eyleme millet fukarasını...

   Bu çarkıfelek tersine devran edir şimdi,  
   Fehle de özün dahili insan edir şimdi.
  
  Mirza Alekber Sabir(3)


[1] Bakı Fehlelerine: Bakü İşçilerine
[2] Puç eylemek: mahvetmek, hiç etmek
(3)Azerbaycan Edebiyatı'nda, yeni mizahî şiirin, satirik akımın kurucusudur. Şairin asıl adı ve soyadı Elekber Tahirzâde'dir. Sâbir (sabr eden, sabırlı) ise onun şiirlerinde kullandığı mahlasdır. 30 Mayıs 1862 'de Şamahı'da doğdu. Babası Hacı Zeynalabdin tacirdi. Lakin 1859 yılının korkunç depreminden sonra, onun ticaret işlerinde bir gerileme olmuştu ve kalabalık ailesini zorlukla geçindiriyordu.
Yedi yaşında mahalle mollahanesine verilen küçük Sâbir, burada Kur'an ayetlerini, Sa'di'nin "Bostan" ve "Gülüstan"mı ezberliyordu. İlk şiirini sekiz yaşında yazmıştı. 1874'de Seyid Ezim Şirvânî'nin (1835–1888) Şamahı'da açtığı yeni (usûl-i cedid) okula devam etmeye başladı. Talebesinin şairlik istidadını gören Seyid Ezim, onun-la daha ciddî meşgul olur, yeni şiirler yazmaya teşvik eder. Sâbir'in ilk şiirlerinden birinden çok hoşlanan hocası ona, Nizâmî'nin "Hemse"sini hediye eder. Sonraları, hayatının maddî açıdan ağır ve zor dönemlerinde, bir kitapçı "Hemse"yi ondan yüksek bir fiyata satın almak istediğinde, Sâbir vakarlı bir tarzda ona şöyle cevap vermişti: "Sâbir çöreksiz yaşar, ama Nizâmî'siz yaşamaz". 
Babası, artık 15-16 yaşlarına gelen oğlunun yeterli öğrenim gördüğünü düşünerek, onun ticaretle uğraşmasını istiyordu. Okuldan zorla geri alınarak cansıkıcı bir dükkânda oturmak zorunda kalan Sâbir, burada da şiir yazma ve kitap okuma meşguliyetinden uzaklaşmıyordu. Bir defasında babasının, onun şiir defterini yırtması üzerine, ailesinden ve doğduğu şehirden kaçarak Buhara'ya giden bir kervana katılmış, ancak yarı yolda akrabaları tarafından geri döndürülmüştü. Bu olaydan sonra babası bir daha oğlunun hayatına herhangi bir şekilde müdahale etmemiş ve aile içerisinde manevî bir özgürlük kazanan Sâbir daha büyük bir ihtirasla edebiyat çalışmalarına, yeni şiirler yazmaya başlamıştı. Bu alanda hocası Seyid Ezim Şirvânî, onun en büyük yardımcısı ve manevî babasıydı.
1883'te kutsal yerleri ziyaret bahanesiyle Şamahı'dan çıkan Sâbir, öğrenim yolu ile öğ-renemediklerini geziler yoluyla öğrenmeyi tasarlar. İki yıla yakın bir sürede Horasan'ı, Nişabur'u, Buhara'yı ve Semerkand'ı gezip dolaşır. 1885 sonlarında vatana döner. Ama Şamahı'da kısa bir süre yaşadıktan sonra 1886 yılının başlarında, bu defa da Kerbelâ ziyareti adı altında yeni bir seyahate çıkar. Birkaç aydan sonra babasının ölüm haberini alarak memleketine döner. Böylece, gençlik hayatı biter ve ailenin bütün ağırlığı Sâbir'in omuzlarına çöker. Çabucak evlenir, birbiri ardınca kızları doğar ve şair, ömrünün sonuna kadar bir hayat mücadelesi vermek zorunda kalır.
Ama Sâbir'in hakikî istidad ve edebî başarısının ortaya çıkması 1906'da Tiflis'te, Celil Memmedkuluzâde'nin başyazarlığında, "Molla Nesreddin" mizahî dergisinin yayınlanması ile gerçekleşti. Sâbir'in 1906-1911 yıl-larda bu dergide "Hop-hop" takma adı ile yayınlattığı mizahî şiirler yeni bir dönemin başlangıcı oldu.
Bütün Şark'a sesini duyuran, kısa zamanda yalnız Azerbaycan'da değil, İran'da, Türkiye'de, Orta Asya'da devamcıları yetişen bu yeni şiir üslûbunun mimarı olan Sâbir ise, hayatını eyalet Şamahı'smda, küçük bir dükkanda, sabun pişirip satmakla geçiriyordu.
1907'de, Şamahı'da bir okul açmak fikrine düşer. Ama bunun için ilk önce Maverayı Kafkas Müslümanları Dinî İdaresi'nde sınavlardan geçerek hocalık izini almak gerekti. Şairin maddî ve manevî sıkıntılarına kendi ve ailesinin geleceğinden endişe de eklenmişti. Sınavlardan başarıyla çıkan ve öğretmenlik izini alan Sâbir, 1908'de Şamahı'da "Ümid" adlı bir okul açtı fakat  bu okul kısa zamanda kapandı. Sâbir, Baku'ya göçerek, Baku yakınlarında Balaham kasabasındaki "Seadet" okulunda öğretmenlik yapmağa başladı. Şiirlerini "Molla Nesreddin" dergisi ile bir arada Baku'da yayınlanan çok sayıdaki gazete ve mecmuaların sahifelerinde okuyucularına takdim etti.
1910'da ağır hastalanan şair, tedavi için Tiflis'e gider. Burada Celil Memmedguluzâde'nin evinde yaşar. Ondan ve hanımı Hemide Cevanşir'den büyük iyilikler görür. Celil Memmedguluzâde, Tiflis'in en ünlü doktorlarını hasta şairin tedavisine celb etse de, artık geç kalındığından hiçbir şey yapamazlar. Sâbir'se, ameliyata razı olmaz. "Benim karnım sizin için para cüzdanı değil ki, açıb bakasmız, sonra da kapadasmız" diye hayatının en ağır dakikalarında bile şakasından geri kalmaz.
Şamahı'ya getirilen şair burada hayatının son günlerini hasta yatağında geçirerek 12 Temmuz 1911'de, edebî külliyatım, geleceğini dostu Sehhet'e vasiyet ederek hayata gözlerini yumar.

2010/07/15

Sen ağlama ben ağlarım, güzelim!

 
SEN AĞLAMA

     Men deyen yok, felek deyen olduysa[1],
     Esti yeller, gül yanağın solduysa,
     Dert elinden ala gözler dolduysa,
     Sen ağlama ben ağlarım, güzelim!

     Uğrunda olmuş iken serseri,
     Men[2] öpmeden o kıvırcık telleri,
     Dağıttıysa tabiatın yerleri,
     Sen ağlama, ben ağlarım güzelim!

     Hani senin her aşkına, her gence,
     Aşk okuyan kalbin sönmüştür mence,
     Bulmadıysa kalbin artık eğlence,
     Sen ağlama, ben ağlarım güzelim!

     Bir kuş idim gece gündüz sizlere,
     Yazık, beni güldürmedin bir kere…
     Bakıp şimdi alnındaki izlere,
     Sen ağlama, ben ağlarım güzelim!

     Men bakarken sen vurduğun yaraya,
     Şimdi zalim felek girdi araya…
     Bak, hasta kalbimle geldim haraya,[3]
     Sen ağlama, ben ağlarım güzelim!

     Ahmed Cevad, Bakû, 1925
                                              


[1] Benim dediğim değil, feleğin dediği olduysa
[2] Men: Ben
[3] Haraya: Nereye

2010/07/07

Seyyah yorgun ve ümitsiz, deve bitkin ve teslim…

Deniz sahilindeki şehirlerden birinden, mesela Trablus’tan dahile, Fizan’a gidecek bir yolcunun seyahati otuz ila kırk gün arasında devam eder. Bir deve senede ekseriyetle bir veya nadiren iki sefer edebilir. Demek ki deveci devesinin arkasında yayan yürüyerek o müthiş çöllerin insanın dayanma sınırlarını zorlayan güçlüklere katlanmak, seyyahın eşyasını indirmek, su tulumlarını doldurmak, ateş yakmak için odun toplamak gibi hizmetleri mukabilinde ücret olarak çok cüz’i bir para kazanıyordu. Ve bu da senede bir kere ve ancak bir ay müddet için mümkün oluyordu.
Seyahat başladıktan beş altı gün sonra manzara yavaş yavaş değişmeye başlar. Bir kaç gün daha geçince tek tük ağaççıklar, kaba otlar görüldükten sonra insanı bayıltan dehşetli çöller başlar. Altmış-yetmiş dereceyi bulan sıcaklık seyyahı canından bezdirmeye başlar. Yorgun gözlerini umutsuzca acz içinde ufka çevirir. Gözü okşayacak, ruha sabır ve metanet verecek bir manzara, bir şey arar. Ama ne mümkün…
Her tarafta kasvet saçan, sarı bir renk; hayattan hiçbir eser yok… Seyyahın kalbini tahammülsüz bir tayik hırpalamaya başlar. Manasız bir ümitsizlik idrakini kaplar. Ateşler içinde yanan boğazını, matarasındaki ılık suyla söndürmeye çalışır. Hayvanların en gayretlisi olan, kanını son damlasına kadar insanlara hizmetten geri durmayan devenin adımları seyrekleşmeye başlar. Biçare hayvanın gözlerinde beliren bıkkınlık, bıkkınlıkla karışık teslimiyet insan kalbini rikkate getirecek haldedir.
Seyyah yorgun ve ümitsiz, deve bitkin ve teslim…
İşte o sırada bir ses, kulakları yırtan bir nağme işitilir. Çölün ürkütücü sessizliğini dağıtır. Bu ses değneği elinde, abası sırtında, devenin arkasında yürüyen devecinin sesidir. Bu nedir? İlahi mi? Gazel mi? Kaside mi? Hayır hayır! Bu bildiğimiz makamların hiçbirine dahil edilemez bir inleyiştir.
Bu şekilde deveci, bir lokma ekmek için maruz kaldığı sıkıntı ve zorlukları, her zaman, her yerde olduğuna iman ettiği Rabb-i Rahim’e arz eder. Bu inleyiş bir yalvarıştır…
Deveci bir an için mağlup, yorgun ve bitkin olarak vicdanının infiallerini anlatır. Bu bestenin, bu inleyişin güftesi pek şairane, pek masumanedir. Deve, sahibinin sözlerini anlar! Evet, bu mübarek hayvan sahibinin sözlerini tamamen anlar!
Mübarek hayvan cehennemi andırır bu sıcakta, bu azabgahta yalnız olmadığını, sahibininde aynı meşakkatlere maruz kaldığını pek güzel anlar. Mana maddeye, ruh cesede galebe eder.
Üç beş adım daha atmaya takati kalmayan hayvanda yeni bir faaliyet, şaşırtıcı bir gayret görülür. Ümit ye’se, hayat ölüme galebe eder. Adımlar sıklaşır; hayvancağız bu mihnet denizinden, bir selamet ve rahat limanına varabilmek için çalışmaktan başka çare kalmadığını takdir eder. Deveci okur:
Develeri dövmeyiniz,
Onlar kendileri giderler,

İşte zaten yaklaştık,

Yiyecek, içecek bulacağız.

Deveci ekseriyetle kendiliğinden doğan şiirin her kıtasından sonra “ hayya, ha” gibi teşvikat sarf eder. Saatlerce daha gidilir, deveci de teselliye muhtaç hale girer. Bu defa kendi maneviyatını takviye için okur. Bitirdiği gibi elini başına götürüp “ Şefaat Ya Resulallah” diye istmdat eder ve Peygamber Efendimize (S.A.V) selam göndererek yürür gider.
En sonunda, Afrikanın yakıcı, kavurucu güneşi altında, çöllerin insan gücünü aşan zorluklarına göğüs gererek bir kasabaya, bir köye can atabilen seyyah doğruca zaviyeye gider, kemal-i şevk ve uhuvvetle kabul olunur. Ardından hemen doyurulur. Hastalanmış ise tedavi olunur. Fakir ise diğer konak yerine kadar azığı ve zahiresi verilir. Bununla beraber, o sıkıntılara katlanan biçare yine memnun, yine razıdır.
(Filibeli Ahmed Hilmi'nin “Senusiler” eserinden alıntı)

Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey

Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey

Mehtaba dalıp yar ile sohbet ne güzel şey

Dünyamızın üstünde bütün ruhlar uyurken

Yıldızların altında ibadet ne güzel şey

Faik Âli Ozansoy

2010/07/06

Yöneticilikte 4 (Dört) Aşama


Yöneticilikte

4 (Dört)

Aşama




  1. AŞAMA KONUŞMAK

İlk zamanlarda ideallerini, hedeflerini, anlayışlarını, hayallerini gerçekleştirmek(hem de kısa bir zamanda) isteyen tecrübesiz yönetici heyecanlıdır ve çok konuşur. Çoğu kez de çok konuştuğunun farkına bile varmaz.

  1. AŞAMA SUSMAK

Zaman ilerledikçe hadiselerin bir gelişme seyri olduğu, istenenlerin belli hikmet ve sebepler sırasıyla gerçekleştiğini kabul etmek durumunda kalmaya başlar ve başına gelenlerden sonra etrafındakiler konuşurken o susmayı öğrenir.

  1. AŞAMA DİNLEMEK

“ Yoğurttan ağzı yanan sütü üfleyerek yer” sözünün gereği sözünü söylemeden önce karşısındakinin ne diyeceğini beklemeyi yani dinlemeyi öğrenir.

  1. AŞAMA OLMAK

Henüz bu aşama hakkında bir şey diyecek kadar fikrim yok.


Şahin Durmaz

2010/05/18

Yazmak İstiyorum

Yazmak istiyor parmaklarım içimden gelen sese uyarak. İnsan ihtiyarlayınca mı yazmak ister acaba? Yapamadıklarına, yapamayacaklarına özlem mi kalemle giderilmeye çalışılan? Yoksa gür heyecanların, sert rüzgârların azaldığının işareti mi?
Fırtına sonrası dağılmış dünyamızda yaşanan sessizlik midir ruhumuzun dinginliği? Ya da kızgın ateşte pişmiş toprağın çömlek oluşundaki maharetli ellerin kırışıklığına gizlenmiş, kemale ermiş ustalığın belirtisi midir?
Nedir yazmak?
Kendini anlatmak mı? Kendine anlatmak mı?
Neden başkalarına anlatmak istiyorum içimdekileri? Çok şeyler mi biliyorum kimsenin okumadığı, görmediği, işitmediği velhasıl yaşamadığı? Yoksa onlarında bildiklerini “ben” mi söylemiş olmak istiyorum. Veya “ben” ide dinlesinler diye mi yazıyorum.
Ya da yazmak, satırları kale duvarları gibi ruhumun önüne dizmek ve onların ardına biraz ürkekçe, belki de biraz korkakça sığınmak mıdır? Öyle olmayabilir tabiî ki. Konuştuğunda hataya düşmeye çok müsait dilimin, ölçülmüş, biçilmiş, düşünülmüş halde kelimelere döküldüğü bir emniyet sübabı mıdır?
Yazmak için okumak gereklidir. Okumadan ne mümkün yazmak! Anlatacak bir şeylerimizin olması lazımdır.
“İçimi satırlara dökmek” belki de yazmak isteyenlerin en çok kullandığı cümledir. Doğrumudur acaba her şeyi satırlara dökmek?
Sahin Durmaz

2010/01/11

Kari`lerin dikkatine!

Ey kari hikâyemi okudukça kızma bana,

Niyetim kimseyi kötülemek değildir sana,

Benim ahvalim âleme misal olamaz asla,

Minnettar olurum okursan bir Fatiha bana.

OS